İKİNCİ MERAKLI SUAL: Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye
karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimal
ile ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet
vermiyerek bilâkis beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir
fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler
ki: "Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık baştaki insanların
takib ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?" Verdiğim
cevapın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi,
fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmanın
zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki,
kalbler ıslah olsun, îmanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuziyle hareket
edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık,
kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez.
O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılâb eder. Hem nur, hem
topuz.. İkisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün
kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde
olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o
vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin
tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer
yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..
DÖRDÜNCÜ MERAKLI SUAL: Diyorlar ki: Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz
değildir; nura karşı muaraza edilmez ve nurdan kaçılmaz ve nurun
izharından zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye
ediyorsunuz? Çok nurlu Risaleleri halklara gösterilmesini
men'ediyorsunuz?
Bu suale karşı cevapın muhtasar meâli şudur ki: Başlardaki başların
çoğu sarhoş, okumaz. Okusa da anlamaz. Yanlış mânâ verip ilişir.
İlişmemesi için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor.
Hem çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tama' veyahud havf
cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için kardeşlerime de
tavsiye ediyorum ki: İhtiyat etsinler, nâ-ehillerin eline hakikatları
vermesinler. Hem ehl-i dünyanın evhamını tahrik edecek işlerde
bulunmasınlar. (Hâşiye)
Hâtime
Bugün Re'fet Bey'in bir mektubunu aldım. Lihye-i Şerife hakkındaki
suali münasebetiyle diyorum ki: Hadîsçe sabittir ki, Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri
mahduddur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir mikdarda
iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman
çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız
Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re's-i mübarekinin traş
oldukça hiçbir şeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî
yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda
müsavi gelebilirler. Yine o vakit hâtırıma geldi ki: Acaba her câmîde
bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet'in saçı olduğu sabit
midir ki,
________________________________
(Hâşiye): Ciddî bir mes'eleye vesile olabilecek bir lâtife: Dünkü gün
sabahleyin bir dostumun damadı Mehmed yanıma geldi. Mesrurâne,
beşaretkârane dedi ki: "Senin bir kitabını Isparta'da tab'etmişler,
çoklar okuyorlar." Ben dedim: "O, yasak olan tab' değil belki
müstensihle bazı nüshalar alınmış ki hükûmet ona birşey demez." Hem
dedim: "Sakın bunu senin dostun olan iki münafığa söyleme. Onlar böyle
birşey arıyorlar ki, bahane etsinler." İşte kardeşlerim, bu adam çendan
bir dostumun damadıdır; o münasebetle benim de ahbabım sayılır. Fakat
berberlik münasebetiyle vicdansız muallim ve münafık müdürün dostudur.
Orada kardeşlerimizden birisi bilmiyerek öyle söylemiş. İyi oldu ki, en
evvel geldi, bana haber verdi. Ben de tenbih ettim, fenalığın önü
alındı. Ve teksir makinesi binler nüshaları bu perde altında neşretti.
(Orjinal Sayfa:98)
ona karşı ziyaret makbul olabilsin? Birden hâtıra geldi ki: O saçların
ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karşı
salavat getirmiye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medârdır. Vesilelik
ciheti o şeyin zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer
bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet'ten olmazsa, madem zâhir hâle göre
öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve
teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat'î sened ile o saçın zatını
teşhis ve tâyin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat'î delil olmasın,
yeter. Çünki : Telâkkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nev'i hüccet
hükmüne geçer. Bazı ehl-i takvâ böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat
veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid'a da deseler,
bid'a-i hasene nev'inde dâhildir. Çünki vesile-i salâvattır. Re'fet Bey
mektubunda diyor: "Bu mes'ele ihvanlar beyninde medâr-ı münakaşa
olmuş." Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet
veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdâvele-i efkâr suretinde nizasız
mübahaseye alışsınlar.
بِاسْمِهِسُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّيُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz sıddık Senirkent'li kardeşlerim: İbrahim, Şükrü, Hâfız Bekir, Hâfız Hüseyin, Hâfız Receb Efendiler!
Hâfız Tevfik ile gönderdiğiniz üç mes'eleye mülhidler eskiden beri ilişiyorlar.
Birincisi: حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ
فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ Âyetin ifade ettiği zâhir mânâsına göre: Güneşin,
hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş, diyor.
İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir?
Üçüncüsü: Âhirzamanda Hazret-i Îsa'nın (A.S.) geleceğine ve Deccal'ı öldüreceğine dairdir.
Bu suallerin cevapları uzundur. Yalnız muhtasar bir işaretle deriz
ki: Âyât-ı Kur'aniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre
umumun anlıyacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve
temsil suretinde beyan ediyor.
İşte تَغْرُبُفِىعَيْنٍحَمِئَةٍ yâni: Güneş'in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Mu
(Orjinal Sayfa:99)
hît-i Garbî'nin sâhilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde
gurub ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yâni: Zâhir nazarda Bahr-i Muhît-i
Garbî'nin sevâhilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık
hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir
çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhît'in bir
kısmında Güneş'in zâhiri gurubunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak
ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış
ateşli gözünde, semavatın gözü olan Güneş'in gizlendiğini görmüş.
Evet Kur'an-ı Hakîm'in mu'cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok
mesâili ders veriyor. Evvelâ: Zülkarneyn'in mağrib tarafına seyahatı,
şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve Güneş'in gurub
avânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan
etmekle, Afrika'nın tamam istilâsı gibi çok ibretli mes'elelere işaret
eder. Malûmdur ki: Görünen hareket-i Şems, zâhirîdir ve Küre-i Arz'ın
mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-ı gurub murad
değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz
gibi görünür. Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında
görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arabça hem
çeşme, hem Güneş, hem göz mânâsında olan عَيْنٍ kelimesi, esrâr-ı
belâgatça gâyet manidâr ve münasipdir. (Hâşiye) Zülkarneyn'in nazarında
uzaklık cihetiyle öyle göründüğü gibi, Arş-ı Âzam'dan gelen ve ecram-ı
semaviyeye kumanda eden semavî hitab-ı Kur'anî, bir misafirhane-i
Rahmâniyede sirac vazifesini gören musahhar Güneş'i Bahr-i Muhît-i Garbî
gibi bir çeşme-i Rabbanîde gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine
yakışıyor ve mu'cizâne üslûbu ile, denizi hararetli bir çeşme ve dumanlı
bir göz gösterir. Ve semavî gözlere öyle görünür. Elhasıl: Bahr-i
Muhît-i Garbî'ye çamurlu bir çeşme tâbîri, Zülkarneyn'e nisbeten uzaklık
noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur'anın nazarı ise
herşeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn'in galat-ı his nevindeki
nazarına göre bakamaz, belki Kur'an semavata bakarak geldiğinden Küre-i
Arz'ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazen bir beşik, bazen
_______________________________________
(Haşiye): فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ deki عَيْنٍ tâbîri, esrâr-ı belâğatça
lâtif bir mânâyı remzen ihtar ediyor. Şöyle ki: "Sema ve yüzü, Güneş
gözüyle zeminin yüzündeki cemâl-i Rahmeti seyirden sonra, zemin dahi
deniz gözüyle yukarıdaki azamet-i İlahiyyeyi temaşayı müteakip; o iki
göz birbiri içine kapanırken, rûy-i zemindeki gözleri kapıyor." diye
mu'cizane bir kelime ile hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos
işaretine işaret ediyor.
(Orjinal Sayfa:100)
bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhît-i
Atlas-ı Garbî'yi bir çeşme tabîr etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.
İkinci Sualiniz: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir?
Elcevap: Eskiden bu mes'eleye dair bir Risale yazmıştım. O vaktin
mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik hem o Risale yanımda
yoktur, hem kuvve-i hâfızam ta'til-i eşgâl etmiş, yardım etmiyor. Hem
Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalı'nda bir nebze bu mes'eleden
bahsedilmiş. Onun için bu mes'elenin yalnız iki üç nüktesine gâyet
muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ehl-i tahkîkin beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle,
Yemen padişahlarından Zülyezen gibi "zü" kelimesiyle başlıyan isimleri
bulunduğundan bu Zülkarneyn, İskender-i Rûmî değildir. Belki Yemen
padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in zamanında bulunmuş ve
Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rûmî ise, milâddan takrîben
üçyüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i beşerî, muntazam
surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih nazarı,
Hazret-i İbrahim zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya
hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gâyet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî
Zülkarneyn, tefsirlerde eskiden beri İskender namiyle iştiharının
sebebi, ya o Zülkarneyn'in bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebîr ve
Eski İskender'dir. Veyahût Âyât-ı Kur'aniyenin zikrettiği hadisat-ı
cüz'iyeler; küllî hadisatın uçları olduğu cihetle..
Zülkarneyn olan İskender-i Kebîr'in Nübüvvetkârane irşadatiyle
akvam-ı zalime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların
garetlerine mani olacak meşhur sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi;
İskender-i Rûmî misillû müteaddid cihangirler ve kuvvetli padişahlar,
maddi cihetinde ve mânevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım
Enbiya ve bazı aktâb dahi mânevî ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn'in
arkasında gidip iktida edip, mazlûmları zâlimlerden kurtaracak çarelerin
mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri (Hâşiye), sonra dağlar
başlarında kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahud
irşad ve tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra şehirlerin etrafında
surları ve ortalarında kal'aları, tâ son çare olan kırkikilik topları ve
kal'a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hatta rûy-i zemînin en
meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini Kur'an
lisaniyle Ye'cüc ve Me'cücün ve tabîr-i diğerle tarih lisanında Mançur
ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zîr ü zeber eden ve
Himalaya Dağları'nın arkasından çıkan ve şarktan garbe kadar harab eden
akvâm-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı
mazlûmeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın
iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvâm-ı
(Hâşiye): Rûy-i zeminde mürûr-u zamanla dağ şeklini almış, tanınmıyacak bir surete gelmiş çok sun'î sedler vardır.
(Orjinal Sayfa:101)
vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas
dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu gâretgîr akvâm-ı Tatariyenin
hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının
himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakîm
umum nev-i beşer ile konuştuğu için, zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi
zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek konuşuyor.
İşte bu nokta-i nazardandır ki, Sedd'e ve Ye'cüc ve Me'cüce dair rivayetler ve akval-i müfessirîn, ayrı ayrı gidiyor.
Hem Kur'an-ı Hakîm, münasebât-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak
bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtı düşünmiyen zanneder ki, iki
hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte Sedd'in harabiyetinden
kıyametin kopmasını Kur'anın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle
değil, belki münasebat-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir: Yâni bu
sed nasıl harab olacak, öyle de: Dünya harab olacaktır. Hem nasılki
fıtrî ve İlâhî sedler olan dağlar metindir, ancak Kıyametin kopmasiyle
harab olurlar; öyle de bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın
harab olmasiyle hâk ile yeksan olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat
yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir. Evet Sedd-i Zülkarneyn'in
külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler sene yaşadığı halde daha
meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sahifesinde yazılan, mücessem,
mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir satır olarak okunuyor.
Üçüncü Sualiniz: Hazret-i Îsa Aleyhisselâm'ın Deccal'ı öldürmesi, hem
Birinci Mektub'da ve hem Onbeşinci Mektub'da gâyet muhtasar ve size
kâfi bir cevap vardır.
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri (R.H.) ve Hâfız
Ali (R.H.); "Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sûre-i Lokman'ın Âhirindeki
âyetin hakkında mühim sualinize gâyet mühim bir cevap isterken,
maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevapa müsaid
değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gâyet mücmel
işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad
tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek
vaktine ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler
ki: "Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu
da, Allah'tan baş
(Orjinal Sayfa:102)
kası da biliyor. Hem röntgen şuâiyla rahm-ı maderdeki cenînin müzekker,
müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla'
kabildir?"
Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzûlü bir kaid'eye merbut olmadığı için,
doğrudan doğruya meşîet-i hâssa-i İlâhiye ile bağlı ve hazine-i
Rahmetten hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki:
Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat
ve Rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya
kudret-i İlahiyye ve meşîet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta
zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar
ve kaideler, bir derece irade ve meşîete hicab oluyor. Fakat vücud,
hayat ve nur ve Rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı
hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat, Rahmet
ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı Rahmet, belki ayn-ı
Rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi,
meşîet-i hâssa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit, herkes,
herşeyde şükür ve ubûdiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir
kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı
kapanırdı. Güneş'in tulûunda ne kadar menfaatler olduğu mâlûmdur.
Halbuki muttarid bir kaideye tâbi' olduğundan, Güneş'in çıkması için dua
edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o
kaidenin yoliyle yarın Güneş'in çıkacağını bildiği için, gaibden
sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her
vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlahiyyeye ilticaya mecbur
oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzûlünü tayin edemediği için, sırf
hazine-i Rahmetten bir nîmet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar.
İşte bu Âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü,
Mugayyebât-ı Hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun
mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki
gaibden çıkıp âlem-i şEhadete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına
ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte
veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kablelvukuun bir nev'iyle
bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücûdu
bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört
saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun
mukaddematı, mebâdîleri var. O mebâdîler, rutûbet nev'inden kendini
gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen
kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umûra
vûsûle bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şEhadete ayak basmayan ve
meşîet-i hassa ile Rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzûlünü
bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur.
(Orjinal Sayfa:103)
Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek
ve dişisini bilmek ile وَيَعْلَمُمَافِىاْلاَرْحَامِ Âyetinin meâl-i
gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükûret ve ünûset
keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı husûsîsi ve istikbalde
kesbedeceği vaziyetine medâr olan mukadderat-ı hayatiyesinin
mebâdîleri, hatta sîmâsındaki gâyet acib olan Sikke-i Samediyet muraddır
ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur.
Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı
beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakikî sîmâ-yı
vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sîmâ-yı vechîsinden yüz defa
daha harika olan istidadındaki sîmâ-yı mânevîyi keşfedebilsin. Başta
dedik ki: Vücud ve hayat ve Rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır
ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye,
bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hâssaya ve Rahmet-i hâssaya
ve meşîet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün
cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubûdiyet ve tesbihin menşe ve medârı
olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve
Rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zâhiriye konulmamıştır. Cenab-ı
Hakk'ın rahm-ı mâderdeki çocukların sîmâ-yı maddî ve mânevîlerinde iki
cilvesi var:
Birisi: Vahdetini Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk
âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin enva'ında sair insanlarla
muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet
ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sîmâ ve âzayı veren
kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benziyen bütün insanların sânii dahi
O'dur. Ve hem bütün zîhayatın sânii O'dur."
İşte rahm-i maderdeki cenînin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve
ıttırada ve nev'ine tabî olduğu için mâlûmdur, bilinebilir. Âlem-i
şEhadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci Cihet: Sîmâ-yı istidâdiye-i hususiyesi ve sîmâ-yı vechiye-i
şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve
Rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp
gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden
başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde
iken bu sîmânın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!
Elhasıl: Cenînin sîmâ-yı istidadîsinde ve sîmâ-yı vechiyesinde hem
delil-i Vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti
vardır. Eğer Cenab-ı Hak muvaffak etse, mugayyebat-ı Hamseye dair bazı
nükteler yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla vaktim ve hâlim müsaade
etmedi, hâtime veriyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder